Kutlu Oruç Fermanı
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُم الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ey îmân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; tâ ki (oruç sayesinde) takva sahibi olasınız/ takva mertebesine ulaşasınız diye. (Bakara: 183)
Yüce Rabbimiz, bizlere oruçun farz kılındığını bildiren bu âyet-i kerimeye “Ey iman edenler” diye başlar. Bizlere böyle hoş ve tatlı seslenişi, her şeyden önce onunla aramızda “iman bağı” olduğunu bize hatırlatır. اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ Allâh-u Teâla, İmân edenlerin dostu, koruyucusu ve yardımcısıdır.1
إِنَّ وَلِيِّيَ اللّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ
Muhakkak ki benim Velîm (sahibim, dostum ve işlerimi düzene koyup yürütenim) o kitabı indiren Allâh-u Teâlâ’dır ve O bütün salih kullarını koruyup, gözetir.2 Kul ile Yaratan arasındaki sevgi ve muhabbetle yoğrulmuş bu iman bağı, paha biçilemeyecek kadar kıymetli, bütün mukaddesatın en üstünü, hiçbir şeye feda edilemeyecek kadar emsalsizdir.
İmam Cafer Sadık (radıyellahu anh): “Mevla Teâla’nın, mümin kullarına ‘Ey iman edenler’ diye seslenişinin lezzeti, hazzı bütün ibadetlerin zorluk ve zahmetini onlardan almıştır. Artık bu nidaya muhatap olan kul, Sevgili Allâh’ı ona ateşe atlamasını emretse bile, hiç tereddütsüz ateşe atlar” der. Müslüman, “Ey iman edenler” diye başlayan her emri ilahiyi bu iman ve sadakatle kabullenip, baş tacı edendir. Biz Müslümanlar, tam manasıyla oruçun hakikatine ulaşmak istiyorsak, böyle bir imani anlayışa ve seviyeli bir İslamî olgunluğa sahip olmamız gerekir.
“Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” Oruçun aslı Arapça “savm/sıyam”dır. Farslar/İranlılar bu kelimeyi kendi dillerinde an’anesi olan bir sözle ifade ederek, savm yerine “rüze” demişlerdir. Eski Türklerin yeme – içme adetlerinde, yaşadığı coğrafya icabı oruç olmadığı için, bu kelimeyi Farsçadan almış, fakat “rüze” yerine, kendi milli lisan üslubuna uymadığı için de bu kelimeden “oruç” sözünü türetmiştir. Çünkü eski Türkçede “R” harfiyle başlayan kelime yoktur. Türkün “Receb”e “İrceb”, “Ramazan”a “Irmızan/ Iramazan” demesi bundandır.3
Oruç, insanoğlunun var olduğu her dönemde, Allâh-u Teâlâ tarafından emredilmiş rabbanî bir terbiye metodudur. Her ne kadar süre ve şekil olarak farklılık gösterse de, İslam’dan önceki bütün semavî dinlerde oruç var ola gelmiştir. Bu da bize orucun insan için vazgeçilmez bir ibadet, insanlıktan ayrılmayan bir haslet olduğunu gösterir. “Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi” hitab-ı ilahisi de bu manayı dile getirir.
İslam’da her ibadetin doğrudan doğruya hedef aldığı, gerçekleşmesi için ortaya düsturlar/hükümler koyduğu bir takım gayeler, maksatlar vardır. Bunlar, Müslümanın hem dünyasını, hem ahiretini, aynı zamanda madde ve mana yönünü ele alan, düzenleyen gayelerdir. Başka bir ifadeyle ibadetlerin ilk gayesi; Müslümanın sağlam bir ruh yapısı, sağlam bir şahsiyet kazanmasını gerçekleştirmektir. Dolayısıyla İslam, müminlere böyle bir irade ve zindelik kazandıracak, bu şekilde donanan Müslüman omuzlarına yüklenen halifelik vazifesini icra, yeryüzünü imar edecek, hepsinden öte rıza-i ilahiye mazhar olma gayretinde olacaktır. Bir dünya ve ahiret medeniyeti olan İslam’ı ancak böyle mümtaz şahsiyetler temsil etme kudretine sahip olabilir.
Oruç, maddeden manaya geçmek, maddenin esaretinden, bağımlılığından arınmadır. Manevi değerlerin olmadığı bir toplumda maddi eşyanın da değeri azalacak belki de tamamen yok olacaktır. Bunu şöyle bir örnekle anlatalım: hırsızlık yapmak ayıptır, günahtır, dediğimiz de, manevi değer olan “ayıp” ve “günah” tan bahsederiz. Ayıp ve günaha çok önem veren toplumlarda hırsızlık yüz kızartıcı bir suçtur. Ayıp ve günah kavramları bir toplumda ne kadar güçlüyse, maddi eşyanın değeri aynı orantıda yüksek olacaktır. Halk, malından mülkünden emin olarak yaşayacak, malı kaybolsa bile ona uzanacak hain eller olmadığı için geri gelme ihtimali her zaman var olacaktır. Zira herkesin gözünde başkasının malına ait bir maddi değer olduğu gibi, aynı malın da manevi bir değeri, dokunulmazlığı vardır ki bu, maddi değerden çok daha önemli, ziyadesiyle üstündür.
Gelin, buna bir de tersten bakalım; günümüzde olduğu gibi eğer toplumda bazılarına göre manevi değer olan ayıp ve günah hiçbir şey ifade etmiyorsa, artık çalmak onlar için sıradan bir iş, hatta meslek haline gelecektir. Manevi değerlerden yoksun bu zavallılara göre, başkasının malı, mülkü, emeği sadece çalınmak içindir. Akşam olunca dükkânını kilitlemeden örtüp giden bir milletten, her yeri güvenlik sistemleriyle korumaya çalışan bir hale dönüşmek bunun en çarpıcı örneği olsa gerek. Bu sadece bir örnek, bu meseleyi hayatın bütün alanlarına kapsayacak şekilde genişletebiliriz. Ancak inkâr edilemez bir hakikat var ki; o da maddeyi ön plana çıkaran milletlerde maneviyatın geri plana atılması ve ya hepten yok edilmesidir. Bu aslında maddenin bir bakıma değersizleştirilmesi anlamına gelmiyor mu?
“Tâ ki (oruç sayesinde) takva sahibi olasınız/takva mertebesine ulaşasınız diye” Âyet-i kerimenin sonunda Yüce Rabbimiz orucu bize farz kılmasının asıl gayesi, hedefinin takvaya erişmek, kulluk mertebelerinin zirvesine ulaşmak olduğunu bildiriyor. Evet, orucun birçok sosyal yönü ve sağlık, sıhhatle alakalı hep çok faydası, pek ziyade hikmetleri vardır, amma asıl maksat, Rabbimizin takdir buyurduğu hikmet, takvaya erişmektir. Âyet-i kerimedeki “لَعَلَّ” lafzının, “umulur ki” manası taşımakla beraber, sebep, gaye ve maksat ifade eden edat olarak değerlendirilmesini -araştırmalarımıza göre- daha uygun bulduk. Ayrıca Allâh’ın (Celle Celâlühû) buyrukları hakkıyla yerine getirilirse, elde edilecek netice ve gayeler, ihtimal, beklenti ve umuda bağlı değil, bilakis kesin ve şüphesizdir. Takva, çok deruni boyutu olan mühim bir meseledir, izahı için daha geniş imkân nasip olur, inşallah.
Bize has olan orucumuz takvaya, takvamız rıza-i bariye mazhariyete vesile olması dileğiyle…
ORHAN GAZİ YÜKSEL
Dipnotlar
1- Bakara 2/ 257
2- Araf 6/ 196
3- Edebiyat Sohbetleri, Nihad Sami Banarlı, s 325.